8 Aralık 2014 Pazartesi

Karışıkmış Kaset

               
        Bazı filmler yalnızca film değildir. Onlar aslında bizi bir yerden alıp bir daha gidemeyeceğimiz  yerlere götüren ‘zaman makine’leridir. Tekrar hissetmemizin imkansıza yakın olduğunu düşündüğümüz duyguları yaşatan ‘duygu makine’leri de diyebiliriz belki.
‘Karışık Kaset’ tam da böyle bir film olmuş işte. Ona sadece film demek izlerken hissedilen duyguları görmezden gelmek demek. 1990lardan başlayıp 2014’e gelen film sizi bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Her insanın kendini anlatmak konusunda büyük zorluklar çektiği yaş aralığıyla 1990da başlıyor yolculuğunuz. Aşkını anlatamayp şarkılara sığınan bir genç 90lı yılların nev-i şahsına münhasır şarkılarını bir araya getirip karışık kaset yapıyor sevdiği kıza. Eminim herkesin yaşadığı bir an o. Ben bunları anlatamıyorum bari sen benim yerime anlat Sezen Aksu diyip kenara çekilmek. Geçmişi o kadar samimi şekilde hissettirmişler ki yaşadıklarınızı dün yaşamışcasına hatırlayabilirsiniz. Çalan şarkılar kalbinizin her bir odacığına ayrı ayrı dokunuyor.
      Ve zaman geçiyor yolculukta sene 2000. Kasetler gizli saklı köşelerine çekilirken sahneye cdler çıkıyor.  Bu kez karışık şarkılar cdlerde birleştirilip aşkı iletmekte kullanılıyor. 90lı yılların masumiyeti 2000lerde azalıyor sanki. Filmde bile bu his geçirilmiş seyirciye. Şarkıların sözleri kaybediyor naifliğini yıllar geçtikçe ama aşk isterse hala naif kalabilir. Birleşemedi bu yıllarda da kahramanlarımız.
      Sene 2014  her şeyin kolaylaştığı ancak yaşamanın zorlaştığı sene. İletişim kolay, sevilen şarkılara ulaşmak kolay. Bır tık ile ulaşabildiğimiz şarkılara eskilerde kaset dolduruyorduk saatlerce dinleyebilmek için. Ama o kez de yaşamak zor hissetmek zor. Hisleri iletmek kolay belki ama hissedebiliyorsanız. Film bu duyguyu öyle bir geçirmiş ki başrol oyuncusu 2014te giriyor ilk bunalımına. İlk defa o zaman anlıyor yılların geçtikçe hayatının düzene girmediğini. Biz zannediyoruz ki büyüdükçe hayat yoluna giriyor. Kocaman bir kandırmaca!
     Tedavisi ise tabi ki geçmişte. Yeniden eski yıllara sarılıyor hayatını yaşayabilmek için. Kuytu köşelere sakladığı kasetlerini çıkarıyor ve bu kez bir kitapta birleştiriyor duygularını. Yaşayabilmenin tek yolu geçmişten kopmamaktır; geçmişle şu anımız arasında köprü kurmaktır. Bu köprü görevini sanata gözü kapalı emanet edebiliriz. Şarkılar bizi geçmişe bağlar bugüne sabitler ve geleceğe göz kırptırır.
      Sonunda kazanıyor aşk. Şarkılarla başlayan film şarkılarla bitiyor ne yazık ki tek farkla. Karışık kasetlerimizin yerini önce cdler almıştı şimdi ise usb adında küçücük bir teknoloji. Artık kalplerimize sığdıramadığımız yoğun duygularımızı küçücük araçlara sığdırmak zorundayız.
      İyi ki şarkılar var dedirten bu samimi filme çok teşekkür ediyorum. İyi ki şarkılar var!

28 Ağustos 2014 Perşembe

Görünmez Doğulmaz Görünmez Olunur

Nasıl mı? Siz hiç birinden 10 sayfalık bir mektup aldınız mı? Hayır mı? O da almamıştı ki zaten. Bir farkı vardı sizden mektup almamıştı ama yazmıştı. Tam 10 sayfa yazmıştı, daha da yazardı bıraksalar.  Az kalmıştı sayfalar ona. Yetmemişti milyonlarca kelime. Belki de roman yazsa yine yetmezdi. Sözcükler hisler sonucu oluşurdu ama bu sefer yazdığı sözcükler  bile yetmiyordu hislerini anlatmaya.
Zaten okunmayacaktı ki sahi neden yazmıştı? Okunmayacağını bile bile yazdıkları rahatlatıyordu aslında. Konuşurcasına yazmak günlüğüne yazmaktan daha iyi geliyordu ona. Bu yazılar onu rahatlatmakla yetinmemişti bir de ikilem kazandırmıştı. Hiç eksik kalmazdı hayatında ikilemler. Bu seferki ikilem okunmayacağının verdiği rahatlıkla yazdığı yazılar ile okunsaydı nasıl cevaplar alacağına dair biriktirdiği cevapsız sorulardı.
Sonuç olarak hayat ona hep iki yol sunuyordu. Bu yolun birisi hep cesaret istiyordu yazdıklarının okunmasını sağlayacak cesareti bulsa bu yolu seçerdi. Ancak ikinci yolu seçiyordu her zamanki gibi görünmez olmak. Görünmez doğulmaz görünmez olunurdu. Seçilirdi görünmez olmak. Cesaretsizlikti. Saklanmaktı hayattan. Aynı zamanda mutlu olmaktı. Hayattan saklanırken beklentisi olmazdı insanın. Beklentisiz olmak mutluluk getirirdi. Kısacası sadece yazıp kendini rahatlatmıştı ve mutlu kalarak hayatına devam edecekti. Mutluluk görünmez olmak anlamına gelse bile.

1 Ağustos 2014 Cuma

Susarak Konuşalım Mı?

"Konuşmak özlenilebilir bir duygu mu?" Aklından son zamanlarda geçen tek soruydu bu. Cevabını bulamıyordu. Zaten bayılırdı cevabını bulamayacağı sorular sormaya. Bazen düşünüyordu da ne çok soru vardı hayatında cevabını bilmediği. Cevaplamak istemiyordu belki de. Cevaplarsa önemini yitirecekti hayatında düzenli olarak yaptığı tek şey. Konuşmak istiyordu aslında sorularını kendine değil cevap alacağı insanlara yüksek sesle sormak istiyordu. Ama korkuyordu işte alacağı ya da alamayacağı cevaplardan, hayatının amacını kaybetmekten.
 Özlüyordu. Konuşmayı mı yoksa konuştuklarını mı özlüyordu? Ne tesadüf ki onu da bilmiyordu. Konuşmalı mıydı sırf özlediğinden yoksa susmalı mıydı derdini anlatmak için? "Susmak bir şeylerin anlatımıysa şüphesiz en anlamlı şeydir susmak." demiş Ahmet Telli bir şiirinde. O da hiçbir şey yapmadan sadece susarak anlatabilir miydi tüm dertlerini? Tüm kızgınlıklarını, kırgınlıklarını susarak hissettirebilir miydi? Ya özlemini? Susarsa daha mı anlamlı olurdu özlemek? Keşke korkmadan alabilseydi cevaplarını şu hayattan. Keşke sadece susarak konuşabilseydi hayatla.
İşte bir kez daha aynı hisleri farklı kelimelerle anlatmıştı günlüğüne. Susarak yazmıştı bir kez daha hislerini. Onu yapabiliyordu da ya diğeri? Diğerini de yapabilecek miydi? Susarak konuşabilecek miydi? Bak işte yine başlamıştı cevabını bilmediği hatta belki de hiç bilemeyeceği soruları sıralamaya..

11 Temmuz 2014 Cuma

Hayaldi Gerçek Oldu(!)

Bir düşünsenize gece yarısı ıssız bir sokaktasınız; önünüzde Rönesans'tan kalma bir otomobil duruyor ve siz biniyorsunuz . İndiğinizde karşınıza çıkan ise edebi bir sölen. Düşünemediniz öyle değil mi? Üzülmeyin. Sizin yerinize de  tabi benim yerime de birileri düşünmüş. Kim mi?  Nev-i şahsına münhasır  bir film: " Paris'te Gece Yarısı" (A Midnight in Paris). Düşünemediğimiz  her şey düşünülür kılınmış sanki bu filmde. Tabirim caiz ise hayaller gerçek olmuş.
Yürüyen şenlik ünvanını taşıyan Paris'te geçen bu eşsiz film insanlara hayallerinin gerçekleşeceğine dair bir umut. Rüyalarının şehri Paris'e gelen yazar Gil Pender her sanatçının yaşadığı bir durumun içersine düşmüş şekilde karşımıza çıkmakta. Kendini anlayamayan insanların arasında kalmış. Ta ki o otomobil önünde durana kadar. Sanata aşık her yazar kendinden önceki dönemlerin ve sanatçıların bir numaralı hayranıdır. Gerçekleşme ihtimalinin olmadığını bile bile hayaller kurarlar  onlarla tanışmak için. Hepimiz kurduk; kurmadık mı?  İçimizde en şanslı Gil çıktı. Adını bile anınca heyecanlandığı Ernst Hemingway ile tanıştığında hayatının şaşkınlığını yaşadı takdir edersiniz ki. Fonda Scott Fitzgerald'ın çaldığı büyüleyici şarkıların; etrafında Pablo Picasso'nun tablolarının olduğu bir dünyaya inmişti o otomobilden. Kısacası hayaldi; gerçek olmuştu.
Bir roman yazıyordu Gil Paris'e geldiğinde. Daha doğrusu yazmaya çalışıyordu da denilebilir. Bir türlü emin olamıyordu kendinden de yazdıklarından da. Nihayet bir ışık görmüştü sanatına dair. Hayranı olduğu büyük isimler hem ilham olmuştu ona hem psikolog. Hem kendini anlatabilmişti onu anlayan insanlara hem de sanatını.
Bu ilhamın sonunda yağmurun altında muhteşem anıların yaşandığı sokaklarda kalmaya karar vermişti bina yığınlarıyla dolu olan yerlere dönmektense. Ait olduğu atmosferde edebiyatın gerçekliğinde kalmayı seçmişti kendini bulamadığı sahtelik yerine.
Umudun sanatla gerçekleşebileceğine dair bize ışık tutan bu filme teşekkür ve minnet borçlu olduğuma karar verdiğim için yazdım bu yazıyı. Kim bilir belki iyi birer sanat aşığı olursak bizler de hayranı olduğumuz isimlerle tanışabiliriz. Umut sanatçıların ışığıdır bence. Işığımızı kaybetmemek dileğiyle..

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Büyülü Karanlık

'Görünmeyen Kadın' ( The Invisible Woman), sessiz sedasız ortaya çıkan gizli bir başyapıt. Sade, gösterişsiz bir film gibi görünüyor ilk bakışta. Bu sadeliğe kanmayın; görünenin ötesini görebilirseniz alt metin son derece yoğun. Bakışmalar ayrı anlam taşıyor; konuşmalar ayrı. Hava biraz karanlık biraz gotik. Bu karanlık sarıyor insanın etrafını ve büyülüyor insanı.
Charles Dickens hayranı iseniz daha da hayran olabilirsiniz uyarmak isterim. Ralph Fiennes'in yarattığı Dickens karakteri filmin başından sonuna etkisi altına alıyor insanı mıknatıs gibi kendine çekiyor. Karanlık havanın tek ışığı o sanki. Yazdığı romanları okurkenki o hararetli hali kitapları yazmamış da yaşamış sanki dedirtiyor. Okuduğu her kelime kulağına kazınıyor insanın. Sevdiğini anlattığı her cümleyi not almak istiyorsunuz tabi filmden gözünüzü ayırabilecekseniz. Kimi zaman edebi kimi zaman hayatında elinde kalan son varlıkmışcasına ilan ediyor Nelly'e olan aşkını.
Romanlarına konu etmiş gizliden gizliye aşkını. Kavuşamamış aşıklar o romanlarda belki ama kalplerinin yerini bulmuşlar. En çok da bunu savunuyor bu film bana göre.
Bir film eleştirisini bu kadar uzun tutmamak adına burada burakıyorum. Zira bundan sonrası sizde. İzlerseniz bu gösterişsiz ancak büyülü karanlıkta kendinizi akışa bırakmanızı dilerim. Şayet izlemezseniz bu duygu yoğunluğunu kaçırmış olacaksınız korkarım ki.
Ps: Not defteriniz ve kaleminizi eksik etmemeniz şiddetle tavsiye edilir.

23 Haziran 2014 Pazartesi

'Kırık' Koleksiyonu

Seversin bazen sadece seversin. Ardını arkasını düşünmeden seversin hem de. Sonrasında başına ne geleceğini umursamadan. 
O da öyle yapmıştı; zaten hep yapıyordu. Seviyordu. Neyi mi? Hemen hemen her şeyi, herkesi seviyordu; sanki hiç terk edilmeyecekmiş gibi. Sadece seviyordu işte. Evini, arkadaşlarını ya da arkadaş sandıklarını, ailesini. Gün gelir de birisi ona kazık atar mı; onu yarı yolda bırakır mı diye düşünmeden hissediyordu ne hissediyorsa.
 Sonrasında ne mi oluyordu? En büyük acıları o çekiyordu. Kalbi kırılıyordu her defasında. Her yeni acı da yepyeni 'kırık'lar ekleniyordu koleksiyonuna. Nefes almaya çalışırken batıyordu birer birer kalbine. Canı yanıyordu. Her duygusu güçlüydü. O çok övündüğü mantığı her daim yeniliyordu duygularına. Duyguları her maçta galip geliyordu. Sevdi mi çok seviyor acı çekti mi önünü görmüyordu. İşin daha kötüsü kimseye de anlatamıyordu çektiği ızdırabı. Nasılsa anlamıyorlardı; anlamayacaklardı.
 Günler böyle geçerken ilk zamanlar tek devası uyumak sanıyordu. Ama yanıldığını anlaması çok da uzun sürmeyecekti. Uyanıkken batan kırıklar uyuduğunda geçiyordu önceleri. Daha derine indikçe artık korktuğu başına geliyordu ve uykusu da kâr etmiyordu acısını dindirmeye. Bir baktı ki rüyalarını da ele geçirmişti kırıklar. Kalbi gibi rüyalarına da batıyorlardı artık.
 Belki zamanla geçiyordu ama iz de bırakıyordu acılar. Kendi yoktu ama ruhu vardı artık acının. Olay yeriydi kalbi herkesin birer birer kırık bırakıp gittiği. Kırıklar geçiyordu ama hassasiyeti kalıyordu. Küçük bir sızı hep hatırlatıyordu kendini.

6 Haziran 2014 Cuma

Mucize Var mı ki?

  Mucizelere inanir misiniz? Ya da her insanin doğumunda bir mucize saklı olduğuna? Hayır dediğinizi  duyar gibiyim. Hatta daha da ileri gidip suratınızı ekşittiniz değil mi?  Sanırım sizler de mucizenin gerçek hayatın çok dışında bir imge, bir hayal ürünü olduğuna inananlardansınız. Sadece romanlarda ve filmlerde mucize ile karşılaşanlardan da olabilirsiniz değil mi?
 O halde işte bir film daha. "Kış Masalı" (Winter' Tale). Ama bu kez mucizelerin sadece filmlerde olmadığını kanıtlarcasına çekilmiş bir film. Her insanın hayata gelişinin perde arkası çok farklıdır. Kış Masalı tam da bu tema üzerine yapılmış sanki. Hepimiz henüz hiç tanışmadığımız insanlar için varolmuş olabiliriz. Belki de o hiç tanımadığımız insanların mucizesiyizdir kim bilir?  İyi şeylere inanmanın eşiğindeyseniz bu film adım atmanız için biçilmiş bir kaftan. Hayatın içerisinde birdenbire baş döndürücü olaylar olabilir. Kendinizi buna hazırladığınız an filmi açın ve izleyin. Kendinizi akışına bırakın. İzin verin mucizevi anlar sizi ele geçirsin.
 Ne zaman ki 'Mucizelere inanıyorum' (I believe in miracles.) cümlesi bir film repliği olmaktan çıkıp hayatınıza inecek; işte o zaman gerçek mucize var olmuş olacaktır.

2 Mayıs 2014 Cuma

Düş ki Öğrenesin

"Ne kadar düşersen o kadar öğrenirsin." Kainat yaratıldığında bu sözün hiçbir manası yoktu aslında. Şu son zamanlarda anlam kazandı. Çoğu zaman Adem ile Havva'ya kızıyorsunuzdur dünya denen çöplüğe düşmemize sebep olduklarından dolayı. Ama bilmediğiniz bir şey var ki onlar düşmeseydi hayat denenen bilmeceyi çözemezdik asla. Kısacası anlatmak istediğim şey ezelden beri düşerek öğrenir insan kendini de hayatı da tıpkı düşerek öğrendikleri gibi bisiklete binmeyi.
Düşünce canımızın yandığı gibi kaybedince de aynı hisleri hissederiz. En ufak şeyi kaybettiğimizde ağıtlar yakmaya başlarız. Aslında kaybetmektir bize öğreten kıymet bilmeyi. Kaybetmeyi bilmiyordu ilk insanlar o yüzden bilemediler değerini Cennet'lerinin. Buradan yola çıkarak gelmek istediğim esas nokta ise yaşadığımız acıların bizi üzmek yerine mutlu etmesi gerektiğidir. Siz bu satırları okurken gözlerinize inanamayıp ne diyor böyle diye düşünüyor olabilirsiniz. Hatta belki de sizinle dalga geçtiğimi bile düşünüyor olabilirsiniz. Şayet böyle düşünüyorsanız çok büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir. Yaşanan acılar olmasa kim bilebilir mutluluğunun kıymetini? 'Ben bilebilirim' diyenleri duyar gibiyim. Maalesef ki yanılgınız devam etmekte. Her şeye sahip olan Adem ile Havva bilebilmiş mi kaybetmeden o hayali kurduğunuz hayatlarının kıymetini? Onlar o kadar saf ve temizken bilememiş; biz mi bilebileceğiz acı çekmeden mutluluğun kıymetini?
Maalesef elimizden gitmeden anlayamıyoruz sahip olduklarımızın aslında bizim için ne demek olduğunu.
Düş ki öğrenebil; acı çek ki sahip çıkabil mutluluğa..

7 Nisan 2014 Pazartesi

Bir Kase Hayal Kırıklığı

Düşünüyordu uzun uzun; arada alıyordu kalemi eline düşündüklerini yazmak için. Ancak ne zaman alsa eline kalemi soru işaretleri dökülüyordu kağıda kelimelerden önce ve engel oluyordu yazmasına. Kendisi de anlam veremiyordu bu duruma. Tek yapabildiği yazmaktı şu hayatta ona da engel oluyorlardı. Devam etmeye çalıştı çalışmasına ama cümleleri ya çok uzun ve anlamsız ya da sadece cevaplanamayan sorular halinde ilerlemeye başlayınca bıraktı kalemi tekrar.
O an her şeyden kaçabilmek istedi. Gözlerini kapattı; kendini huzurlu bir yerde hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. O da biliyordu küçük şirin bir köye gidip kendini kapatmayı yazı yazabilmek için. İç huzuru olmazsa bir insanın gitse ne olur kalsa ne olur diye düşündü. Beynini kapatıp gidemiyor ki insan. Gitse neye yarar düşünceleri de onla gidiyorsa? Kimsenin onu tanımadığı yerlerde olmayı diliyordu hep. Kimse onu tanımasa ne olurdu ki o kendini tanıdıktan sonra?
Uykusunda bile kaçamıyordu soru işaretlerinden son zamanlarda. Yorgunluktan daldığı kısacık anlarda bile rüyasında görüyordu onları. Her gün yenileri ekleniyordu. Mitolojide geçen, başı kesildiğinde yerine iki tane çıkan hydra gibiydi sorular onun hayatında. Birisi eksilse yerine iki tanesi geliyordu. Sahi ne zaman bu hale gelmişti ki o? Nasıl böyle hisseder olmuştu? Ne ara düşüncelerini sıraya koyamayacak kadar karışmıştı hayatı? Ne zaman olimpik bir yüzme havuzunu dolduracak kadar soru sahibi olmuştu? Aslında mutluydu kısa bir zaman öncesine kadar. Aptal aptal kendince güldüğü anları da vardı; kendini bulutların üzerindeymiş gibi hissettikleri de.
Sanırım cevabı adını bildiği gibi biliyordu: 'hayal kırıklığı'. Kocaman bir kase hayal kırıklığı hem de. Güvendiği insanlar tarafından en ihtiyacı olduğunda yalnız bırakılıyordu her seferinde. Elini uzattığında havada kalıyordu. Üstelik o eli uzatabilmek için epeyce çaba harcaması gerekmişti. İnsanlara güvenebilme yolunda mesafe kaydetmişti geçen zaman zarfında. Ya da o öyle sanmıştı sadece. Ama artık bu mesafesinin ileriye değil de geriye yönelik olduğunu düşünüyordu. Hayal kırıklığı insanı hep kendi içine hapseder. İleriye doğru adım atmaya korkmasına sebep olur. Bütün bunlar bir araya gelerek onu bu hale getirmişti işte. Acıları, mutsuzlukları ve soru işaretleri kronikleşmişti. Kronik hastalıklar geçmez derlerdi ya o ne yapacaktı peki? Kronikleşen mutsuzluğuyla başbaşa mı kalacaktı hayatının geri kalanında? Görmezden gelse olur muydu ki? Yapabilmeyi çok isterdi.

Gitmeli mi Gitmemeli mi?

Kalmak cesaret ister dediler ona hep; kalıp savaşmak inandıkların uğruna. O hep kaldı bu yüzden. Ama biliyordu kalması cesaretinden değil korkusundandı. Gitmeye korkmasından. Sonraları anladı ki asıl cesaret isteyen gitmekti, uzaklaşmaktı tanıdığı bildiği her yerden ve tanıdığını sandığı herkesten..

3 Nisan 2014 Perşembe

KISIR DÖNGÜ


Yürüyordu; sadece yürüyordu sağına soluna bile bakmıyordu. Birden durup saatine baktı. Ne kadar da geç olmuştu öyle. Yürürken anlamamıştı zamanın nasıl geçtiğini. Aslında anlamamasının nedeni yürümesi değil düşünmesiydi, düşünceleri ile boğuşmasıydı saatlerdir. Ne zaman kendiyle kalıp düşüncelerini bir sıraya koymak istese uzun bir yürüyüşe çıkardı ve bugün de öyle yapmıştı. Bu kez yürümek işe yaramamıştı her zamankinin aksine daha da karışmıştı aklındakiler.
Eve geldiğinde kafası ağırlamıştı sanki; bunu fark ettiğinde uyumayı düşündü önce kurtulmak için bu ağırlıktan ama içten içe biliyordu uyuyamayacağını aklındakilerle. O kadar çok şeyi düşünüyordu ki aynı anda. Beyni sanki kendinden bağımsızca yapıyordu bunu ve onun elinden hiçbir şey gelmiyordu durdurmak için. Ne yapsa ne etse bir şeyleri düşünmekten alıkoyamıyordu kendini. Ne vardı sanki bu kadar düşünecek? Ama asıl sorun şu çok övündüğü fil hafızası değil miydi zaten? Her ayrıntıyı hatırlardı çok lazımmış gibi tarihleri, insanların kullandığı kelimeleri, hatta yüz ifadelerini. Her şeyi hatırladığından durmuyordu belki beynindeki bu akış. Keşke birazcık unutabilsem diye geçti içinden o an. Keşke biraz takılmasam da şu ayrıntılara hayatıma devam edebilsem umarsızca. Düşünmesem bu kadar her şeyi, herkesi.
Aklından bu cümleleri geçirirken bile düşünüyordu oysaki. Ne boşa bir çaba dedi yüksek sesle düşünmemi durdurabilmem için bile düşünmem gerekiyor. Bir çeşit kısa döngüydü hayatı. Yatıyor, kalkıyor, yapması gerekenleri yapıyor ve her anında düşünüyordu. Her günü birbiriyle aynıydı. Her şeyi bir kenara bırakıp uyusa bu kez de rüyalarıyla boğuşuyordu sanki gerçekler yetmezmiş gibi. Neydi ki aklını kemirmekle kalmayıp rüyalarında bile rahat vermeyen o şey? Sadece terk edilmişti. Gayet kısa ve net terk edilmişti işte sebepsizce ve aniden. Neden bu kadar takılmıştı ki sanki bu anıya böyle? İlk terk edilende o değildi sonuncusu da olmayacaktı. Atamıyordu kafasından bunu. Çıkaramıyordu yaşadıklarını aklından sürekli düşünüp düşünüp bir sebep arıyordu. 
Bir anda çıkıvermişti karşısına aşk ve geldiği gibi hızla gitmişti. Hiçbir şey anlayamamıştı neden ayrılık kararı aldığına dair sevdiği adamın. Sorunsuzca devam eden bir ilişki “Ayrılmak zorundayız.” yazan bir telefon mesajıyla bitivermişti. Bir anda kalakalmıştı elinde telefonla ne diyeceğini bilemeden saatlerce hatta günlerce ağlamıştı çaresizlik içerisinde. Kendi çaresizliğiydi bu elinden hiçbir şey gelmemiş olması o kadar ağır olmuştu ki onun için. Bir arkadaşı gelip anlatsa ona bunları türlü türlü fikirler, çözümler üretir, rahatlatırdı arkadaşını ama iş kendisine gelince sadece boşluktu kafasında oluşan. Ne yapabilirdi ki ayrılma sebebini bile öğrenebilmeyi beceremeden? Evet dedi kendine daha neden terk edildiğimibile bilmiyorum. Bu yüzden işe yaramıyordu o uzun yürüyüşleri. Sebep-sonuç bilmeden nasıl koyabilir ki insan düşüncelerini bir sıraya? O da koyamıyordu aklı giderek daha da karışıyordu. 
Bir de eve gelince bu kadar ağırlıkla öylece oturuvermişti kapının hemen yanındaki koltuğa. Evinin kapkaranlık olduğunu bile fark etmeden oturmuştu saatlerce orada. Akşam olmuş her yer kararmıştı haliyle. Kalk dedi kendine kalk artık ve kendin için bir şeyler yap yeter artık bu düşünme; düşünmekle dünyayı mı kurtaracaksın sanki bırak artık. Ayrıldın bitti gitti. Tam sen bir şey kaybetmedin diyecekken iç sesi engel oldu ona ya kaybettiğin güven duygun ya umudun? Evet tamam kabul ediyordu kaybettiklerini ama onların arkasından düşünerek nasıl yaşayabilirdi ki devam etmesi lazımdı hayatına. Karışması gerekiyordu artık hayata insan içine çıkmalıydı. Altı koskocaman ay geçmişti üzerinden daha ne kadar böyle davranabilirdi kendine? Yapamazdı kendine bu acımasızlığı herkese karşı bu kadar iyiyken kendine kötü olamazdı. Kurtulmalıydı, sıyrılmalıydı düşüncelerinden. Hem bir eylem gerçekleştirmişti bile aylardır kendini kapattığı evinden çıkıp yürüyebilmişti uzun uzun. 
Düşündüklerini kağıda dökse iyi gelir miydi acaba? Belki yazarken bırakabilirdi düşünmeyi. Saçma! Düşünmeden nasıl yazabilirim ki sadece kalemi tutsam kendi kendine anlatır mı beni kağıtlara sayfalarca? Bitmez ki ben bu kadar ayrıntıyı tutarken aklımda bitmez o yazma işi. Bak yine olmuştu işte başlamadan vazgeçmişti yine bir şeye. Bu aralar tekrar tekrar başına geliyordu bu başlamadan vazgeçme işi. Her şeyden vazgeçebiliyordu düşünmek hariç; bir tek onu yapamıyordu şu lanet olasıca hayatında. Halbuki tek gereken oydu kendisine. Düşünmeden yaşadığı bir gün. Tatile mi gitseydi acaba hiç görmediği bir yere belki iyi gelirdi bütün bu olanlardan uzaklaşmak. Bir saçmalık daha işte. Kendini de götürüyordu gittiği yere.Beynini bırakıp gidemediği sürece gitmekte bir işe yaramazdı. Bir vazgeçiş daha. Tek yapması gereken düşünmeyi bırakmasıydı en iyisi bir uyku ilacı uyumak dedi kendi kendine günlerce uyumak. Belki bir mucize olur da rüya görmezdi ilacı alırsa. Denemeye değerdi bari bu sefer vazgeçmeyeyim verdiğim bir karardan dedi ve ilacı içti.
En sonunda gözleri kapanırken yavaş yavaş farketti ki her ne kadar kurtulmak istese de bu düşünme saçmalığından boşa bir çaba olduğunu biliyordu bu isteğinin. Şu koskoca hayattan tek bir isteği vardı diğer insanların aksine unutabilmek her şeyi ve herkesi. Bir gün uyandığında her şeyi unutmuş olmak tek hayaliydi.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Kırın Artık Kalemi

Kitapların her kelimesinde anlam aramaya başlamıştı. Bu da yetmiyormuş gibi şarkı sözlerini anlamlandırmaktan doğru dürüst müzik dinleyemez olmuştu. Ne olmuştu ona böyle? Herkesin yaptığı en basit işlerin bile ayrıntılarını düşünmekten işlerini yapamaz hale gelmişti. Ayrıntılar olmadan hayatta boşluklar kaldığını çok iyi biliyordu bilmesine de ama onlara bu kadar takılarak asıl hayatını boş hale getirdiğini bilmiyordu. En küçük kelimesine takılır gibi bir cümlenin kıyıda köşede kalmış detaylarına saatlerini harcıyordu hayatının. Boğuluyordu detay yığınında. Kelimeler, yüz ifadeleri, bakışlar daha neler vardı takılıp düşünmekten uyuyamadığı. Uyuduğu anlarda bile rüyalarında görüyordu her şeyi. 
Kimseye anlatamıyordu da zaten anlatsa ne olacaktı, sanki ne diyebilirlerdi? "Takılma, hayatını yaşa, akışına bırak." Kendi de biliyordu duyacağı cümleleri başkalarından.
En iyisi gitmek miydi acaba? Uzaklaşmak tanıdığı herkesten? Tamam kabul gitsindi ama giderken kendini de götürecekti yanında; zaten beynini kapatıp gidemezdi ki insan. En azından tanımayacaktı gittiği yeri, oradaki insanları. Tanımadığı insanlara da takar mıydı acaba? Onların söylediklerinin de görülmeyen anlamlarında boğulur muydu elinde olmadan? Ya da gerçekten elinde olmadan mı yapıyordu? Satır araları önemlidir demişti bir öğretmeni. İnsanlar söyleyemediklerini bilinçaltlarında kendilerinden bile sakladıklarını istemsizce anlatırlarmış; onun öğrendiği buydu yıllarca. İnsanlar söyledikleriyle değil söyleyemedikleriyle var olurlardı ona göre. Çoğu zaman yalandır yüksek sesle söylenen sözler ya da sadece bir abartıdan ibarettir geçici bir abartı. Söylendikleri anda anlamlarını yitirir.
 Ama ya söylenemeyenler? İnsan onlarla var olur; bazen o kadar değerlidir ki o söylenemeyenler kendinden bile saklar insan. İşte bu yüzdendir onun da detaylarda kayboluşu.Şimdi düşündü de acaba mutsuz olmasının sebebi şu çırpındıkça daha da battığı detaylar mıydı? Olabilirdi; neden olmasındı ki zaten fazla bilmekti mutsuz eden fazla bilmeyi istemekti. Detaylarda fazlası değil miydi hayatın? Sadece bilmesi gerekenle yetinseydi insanlar Adem ile Havva'dan beri kimse mutsuz olmazdı belki de. 
Düşünce suçu vardı gerçekten de ama suç herkesin bildiğini sandığı 'düşünmek' değildi. Her şeyin ardı arkasını düşünmekti asıl suç olan. Madalyonun hep görünmeyenini merak etmekti. Kendi kendimizin mutsuzluğuna sebep olmaktı _düşünerek_ suç olan. Asıl onun cezası olmalıydı. Düşünerek mutsuz olan insanlar cezalandırılmalıydı. Mutluluğa mahkum edilmeliydiler. Okullardan kaldırılmalıydı satır aralarını öğretme dersleri. Suça teşvik edilmemeliydiler. 
O da suç işliyordu kendine karşı uzun bir zamandır. Ağır bir ceza almalıydı. Müebbet bir mutluluk işini görebilirdi. Başaramaz mıydı? Büyük bir başarıyla mutsuz olabilen bir insan mutlu da olamaz mıydı?