7 Nisan 2014 Pazartesi

Bir Kase Hayal Kırıklığı

Düşünüyordu uzun uzun; arada alıyordu kalemi eline düşündüklerini yazmak için. Ancak ne zaman alsa eline kalemi soru işaretleri dökülüyordu kağıda kelimelerden önce ve engel oluyordu yazmasına. Kendisi de anlam veremiyordu bu duruma. Tek yapabildiği yazmaktı şu hayatta ona da engel oluyorlardı. Devam etmeye çalıştı çalışmasına ama cümleleri ya çok uzun ve anlamsız ya da sadece cevaplanamayan sorular halinde ilerlemeye başlayınca bıraktı kalemi tekrar.
O an her şeyden kaçabilmek istedi. Gözlerini kapattı; kendini huzurlu bir yerde hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. O da biliyordu küçük şirin bir köye gidip kendini kapatmayı yazı yazabilmek için. İç huzuru olmazsa bir insanın gitse ne olur kalsa ne olur diye düşündü. Beynini kapatıp gidemiyor ki insan. Gitse neye yarar düşünceleri de onla gidiyorsa? Kimsenin onu tanımadığı yerlerde olmayı diliyordu hep. Kimse onu tanımasa ne olurdu ki o kendini tanıdıktan sonra?
Uykusunda bile kaçamıyordu soru işaretlerinden son zamanlarda. Yorgunluktan daldığı kısacık anlarda bile rüyasında görüyordu onları. Her gün yenileri ekleniyordu. Mitolojide geçen, başı kesildiğinde yerine iki tane çıkan hydra gibiydi sorular onun hayatında. Birisi eksilse yerine iki tanesi geliyordu. Sahi ne zaman bu hale gelmişti ki o? Nasıl böyle hisseder olmuştu? Ne ara düşüncelerini sıraya koyamayacak kadar karışmıştı hayatı? Ne zaman olimpik bir yüzme havuzunu dolduracak kadar soru sahibi olmuştu? Aslında mutluydu kısa bir zaman öncesine kadar. Aptal aptal kendince güldüğü anları da vardı; kendini bulutların üzerindeymiş gibi hissettikleri de.
Sanırım cevabı adını bildiği gibi biliyordu: 'hayal kırıklığı'. Kocaman bir kase hayal kırıklığı hem de. Güvendiği insanlar tarafından en ihtiyacı olduğunda yalnız bırakılıyordu her seferinde. Elini uzattığında havada kalıyordu. Üstelik o eli uzatabilmek için epeyce çaba harcaması gerekmişti. İnsanlara güvenebilme yolunda mesafe kaydetmişti geçen zaman zarfında. Ya da o öyle sanmıştı sadece. Ama artık bu mesafesinin ileriye değil de geriye yönelik olduğunu düşünüyordu. Hayal kırıklığı insanı hep kendi içine hapseder. İleriye doğru adım atmaya korkmasına sebep olur. Bütün bunlar bir araya gelerek onu bu hale getirmişti işte. Acıları, mutsuzlukları ve soru işaretleri kronikleşmişti. Kronik hastalıklar geçmez derlerdi ya o ne yapacaktı peki? Kronikleşen mutsuzluğuyla başbaşa mı kalacaktı hayatının geri kalanında? Görmezden gelse olur muydu ki? Yapabilmeyi çok isterdi.

Gitmeli mi Gitmemeli mi?

Kalmak cesaret ister dediler ona hep; kalıp savaşmak inandıkların uğruna. O hep kaldı bu yüzden. Ama biliyordu kalması cesaretinden değil korkusundandı. Gitmeye korkmasından. Sonraları anladı ki asıl cesaret isteyen gitmekti, uzaklaşmaktı tanıdığı bildiği her yerden ve tanıdığını sandığı herkesten..

3 Nisan 2014 Perşembe

KISIR DÖNGÜ


Yürüyordu; sadece yürüyordu sağına soluna bile bakmıyordu. Birden durup saatine baktı. Ne kadar da geç olmuştu öyle. Yürürken anlamamıştı zamanın nasıl geçtiğini. Aslında anlamamasının nedeni yürümesi değil düşünmesiydi, düşünceleri ile boğuşmasıydı saatlerdir. Ne zaman kendiyle kalıp düşüncelerini bir sıraya koymak istese uzun bir yürüyüşe çıkardı ve bugün de öyle yapmıştı. Bu kez yürümek işe yaramamıştı her zamankinin aksine daha da karışmıştı aklındakiler.
Eve geldiğinde kafası ağırlamıştı sanki; bunu fark ettiğinde uyumayı düşündü önce kurtulmak için bu ağırlıktan ama içten içe biliyordu uyuyamayacağını aklındakilerle. O kadar çok şeyi düşünüyordu ki aynı anda. Beyni sanki kendinden bağımsızca yapıyordu bunu ve onun elinden hiçbir şey gelmiyordu durdurmak için. Ne yapsa ne etse bir şeyleri düşünmekten alıkoyamıyordu kendini. Ne vardı sanki bu kadar düşünecek? Ama asıl sorun şu çok övündüğü fil hafızası değil miydi zaten? Her ayrıntıyı hatırlardı çok lazımmış gibi tarihleri, insanların kullandığı kelimeleri, hatta yüz ifadelerini. Her şeyi hatırladığından durmuyordu belki beynindeki bu akış. Keşke birazcık unutabilsem diye geçti içinden o an. Keşke biraz takılmasam da şu ayrıntılara hayatıma devam edebilsem umarsızca. Düşünmesem bu kadar her şeyi, herkesi.
Aklından bu cümleleri geçirirken bile düşünüyordu oysaki. Ne boşa bir çaba dedi yüksek sesle düşünmemi durdurabilmem için bile düşünmem gerekiyor. Bir çeşit kısa döngüydü hayatı. Yatıyor, kalkıyor, yapması gerekenleri yapıyor ve her anında düşünüyordu. Her günü birbiriyle aynıydı. Her şeyi bir kenara bırakıp uyusa bu kez de rüyalarıyla boğuşuyordu sanki gerçekler yetmezmiş gibi. Neydi ki aklını kemirmekle kalmayıp rüyalarında bile rahat vermeyen o şey? Sadece terk edilmişti. Gayet kısa ve net terk edilmişti işte sebepsizce ve aniden. Neden bu kadar takılmıştı ki sanki bu anıya böyle? İlk terk edilende o değildi sonuncusu da olmayacaktı. Atamıyordu kafasından bunu. Çıkaramıyordu yaşadıklarını aklından sürekli düşünüp düşünüp bir sebep arıyordu. 
Bir anda çıkıvermişti karşısına aşk ve geldiği gibi hızla gitmişti. Hiçbir şey anlayamamıştı neden ayrılık kararı aldığına dair sevdiği adamın. Sorunsuzca devam eden bir ilişki “Ayrılmak zorundayız.” yazan bir telefon mesajıyla bitivermişti. Bir anda kalakalmıştı elinde telefonla ne diyeceğini bilemeden saatlerce hatta günlerce ağlamıştı çaresizlik içerisinde. Kendi çaresizliğiydi bu elinden hiçbir şey gelmemiş olması o kadar ağır olmuştu ki onun için. Bir arkadaşı gelip anlatsa ona bunları türlü türlü fikirler, çözümler üretir, rahatlatırdı arkadaşını ama iş kendisine gelince sadece boşluktu kafasında oluşan. Ne yapabilirdi ki ayrılma sebebini bile öğrenebilmeyi beceremeden? Evet dedi kendine daha neden terk edildiğimibile bilmiyorum. Bu yüzden işe yaramıyordu o uzun yürüyüşleri. Sebep-sonuç bilmeden nasıl koyabilir ki insan düşüncelerini bir sıraya? O da koyamıyordu aklı giderek daha da karışıyordu. 
Bir de eve gelince bu kadar ağırlıkla öylece oturuvermişti kapının hemen yanındaki koltuğa. Evinin kapkaranlık olduğunu bile fark etmeden oturmuştu saatlerce orada. Akşam olmuş her yer kararmıştı haliyle. Kalk dedi kendine kalk artık ve kendin için bir şeyler yap yeter artık bu düşünme; düşünmekle dünyayı mı kurtaracaksın sanki bırak artık. Ayrıldın bitti gitti. Tam sen bir şey kaybetmedin diyecekken iç sesi engel oldu ona ya kaybettiğin güven duygun ya umudun? Evet tamam kabul ediyordu kaybettiklerini ama onların arkasından düşünerek nasıl yaşayabilirdi ki devam etmesi lazımdı hayatına. Karışması gerekiyordu artık hayata insan içine çıkmalıydı. Altı koskocaman ay geçmişti üzerinden daha ne kadar böyle davranabilirdi kendine? Yapamazdı kendine bu acımasızlığı herkese karşı bu kadar iyiyken kendine kötü olamazdı. Kurtulmalıydı, sıyrılmalıydı düşüncelerinden. Hem bir eylem gerçekleştirmişti bile aylardır kendini kapattığı evinden çıkıp yürüyebilmişti uzun uzun. 
Düşündüklerini kağıda dökse iyi gelir miydi acaba? Belki yazarken bırakabilirdi düşünmeyi. Saçma! Düşünmeden nasıl yazabilirim ki sadece kalemi tutsam kendi kendine anlatır mı beni kağıtlara sayfalarca? Bitmez ki ben bu kadar ayrıntıyı tutarken aklımda bitmez o yazma işi. Bak yine olmuştu işte başlamadan vazgeçmişti yine bir şeye. Bu aralar tekrar tekrar başına geliyordu bu başlamadan vazgeçme işi. Her şeyden vazgeçebiliyordu düşünmek hariç; bir tek onu yapamıyordu şu lanet olasıca hayatında. Halbuki tek gereken oydu kendisine. Düşünmeden yaşadığı bir gün. Tatile mi gitseydi acaba hiç görmediği bir yere belki iyi gelirdi bütün bu olanlardan uzaklaşmak. Bir saçmalık daha işte. Kendini de götürüyordu gittiği yere.Beynini bırakıp gidemediği sürece gitmekte bir işe yaramazdı. Bir vazgeçiş daha. Tek yapması gereken düşünmeyi bırakmasıydı en iyisi bir uyku ilacı uyumak dedi kendi kendine günlerce uyumak. Belki bir mucize olur da rüya görmezdi ilacı alırsa. Denemeye değerdi bari bu sefer vazgeçmeyeyim verdiğim bir karardan dedi ve ilacı içti.
En sonunda gözleri kapanırken yavaş yavaş farketti ki her ne kadar kurtulmak istese de bu düşünme saçmalığından boşa bir çaba olduğunu biliyordu bu isteğinin. Şu koskoca hayattan tek bir isteği vardı diğer insanların aksine unutabilmek her şeyi ve herkesi. Bir gün uyandığında her şeyi unutmuş olmak tek hayaliydi.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Kırın Artık Kalemi

Kitapların her kelimesinde anlam aramaya başlamıştı. Bu da yetmiyormuş gibi şarkı sözlerini anlamlandırmaktan doğru dürüst müzik dinleyemez olmuştu. Ne olmuştu ona böyle? Herkesin yaptığı en basit işlerin bile ayrıntılarını düşünmekten işlerini yapamaz hale gelmişti. Ayrıntılar olmadan hayatta boşluklar kaldığını çok iyi biliyordu bilmesine de ama onlara bu kadar takılarak asıl hayatını boş hale getirdiğini bilmiyordu. En küçük kelimesine takılır gibi bir cümlenin kıyıda köşede kalmış detaylarına saatlerini harcıyordu hayatının. Boğuluyordu detay yığınında. Kelimeler, yüz ifadeleri, bakışlar daha neler vardı takılıp düşünmekten uyuyamadığı. Uyuduğu anlarda bile rüyalarında görüyordu her şeyi. 
Kimseye anlatamıyordu da zaten anlatsa ne olacaktı, sanki ne diyebilirlerdi? "Takılma, hayatını yaşa, akışına bırak." Kendi de biliyordu duyacağı cümleleri başkalarından.
En iyisi gitmek miydi acaba? Uzaklaşmak tanıdığı herkesten? Tamam kabul gitsindi ama giderken kendini de götürecekti yanında; zaten beynini kapatıp gidemezdi ki insan. En azından tanımayacaktı gittiği yeri, oradaki insanları. Tanımadığı insanlara da takar mıydı acaba? Onların söylediklerinin de görülmeyen anlamlarında boğulur muydu elinde olmadan? Ya da gerçekten elinde olmadan mı yapıyordu? Satır araları önemlidir demişti bir öğretmeni. İnsanlar söyleyemediklerini bilinçaltlarında kendilerinden bile sakladıklarını istemsizce anlatırlarmış; onun öğrendiği buydu yıllarca. İnsanlar söyledikleriyle değil söyleyemedikleriyle var olurlardı ona göre. Çoğu zaman yalandır yüksek sesle söylenen sözler ya da sadece bir abartıdan ibarettir geçici bir abartı. Söylendikleri anda anlamlarını yitirir.
 Ama ya söylenemeyenler? İnsan onlarla var olur; bazen o kadar değerlidir ki o söylenemeyenler kendinden bile saklar insan. İşte bu yüzdendir onun da detaylarda kayboluşu.Şimdi düşündü de acaba mutsuz olmasının sebebi şu çırpındıkça daha da battığı detaylar mıydı? Olabilirdi; neden olmasındı ki zaten fazla bilmekti mutsuz eden fazla bilmeyi istemekti. Detaylarda fazlası değil miydi hayatın? Sadece bilmesi gerekenle yetinseydi insanlar Adem ile Havva'dan beri kimse mutsuz olmazdı belki de. 
Düşünce suçu vardı gerçekten de ama suç herkesin bildiğini sandığı 'düşünmek' değildi. Her şeyin ardı arkasını düşünmekti asıl suç olan. Madalyonun hep görünmeyenini merak etmekti. Kendi kendimizin mutsuzluğuna sebep olmaktı _düşünerek_ suç olan. Asıl onun cezası olmalıydı. Düşünerek mutsuz olan insanlar cezalandırılmalıydı. Mutluluğa mahkum edilmeliydiler. Okullardan kaldırılmalıydı satır aralarını öğretme dersleri. Suça teşvik edilmemeliydiler. 
O da suç işliyordu kendine karşı uzun bir zamandır. Ağır bir ceza almalıydı. Müebbet bir mutluluk işini görebilirdi. Başaramaz mıydı? Büyük bir başarıyla mutsuz olabilen bir insan mutlu da olamaz mıydı?